31 Mart 2010 Çarşamba

kahr-ı hatır

   Baştan söylemeliyim. Bu bir fikir değil "sorular" yazısıdır. Cevabını aradığımdan bile emin olmadığım birkaç soru ile zihinlerimizi bulandırmayı amaçlıyorum. Daha doğrusu bulanmış zihnimi yazarak meşgul etmeyi ve bu vesileyle daha kolay sorular bulup onu sakinleştirmek niyetindeyim. Geçenlerde aslında çok daha önceleri duyduğum bir sözle yeniden karşılaşınca keyfim kaçtı nedense...    "Yeni bir ilişkinin en güzel yanı geçmişinin temiz olmasıdır."
   Nerden alıntı yaptığımın önemi yok ama belirtmeliyim ki bir aşk ilişkisini tanımlarken kullanılıyordu. Belki sadece aşk ilişkisi üzerinden düşünmek lazım cümleyi ama aklım başka bir yerlere kaymadan edemedi. "İlişki" denen o mefhumu çeşitlendirmek kolay da o çeşitlerin içini doldurmak zor olan galiba... İlişkilerimizi tanımlarken  "zaman" kavramına sarılmamız bundan mı acaba? Kurduğumuz her bağ dibini görmediğimiz bir denize düştüğümüz hissini mi uyandırıyor bünyelerimizde? Hadi aptallaştık da düştük o denize diyelim... Her ilişkimize zaman verme çabamız lüzumsuz bir dürtü değil de nedir bir türlü anlayamıyorum. Henüz insan kadar "alışmak" fiiline sıkı sıkıya yapışmış başka bir türün varlığından haberdar değiliz belki de. Zaman kolayca "verilen" birşey haline geldikçe ilişkilerimizin değersizleştiği hissine kapılıyorum bu yüzden. İlişkilerin değersizleştiğine dair içimde büyüyüen bu sevimsiz hissiyat şunu da fısıldamaya başlıyor bir yandan: İlişkiyi değersiz kılan onu yaratanlar değil mi acaba? Bunun farkına varmıyor oluşumuzsa bambaşka bir mevzu. Yeni bir sevgili, yeni bir arkadaş, yeni bi ev... Yeni olanla karşılaşmak bizi heyecanladırırken tedirgin ediyor bir yandan. Tedirginlik, ilişki kurduğumuz her ne ise ona karşı daha başka bir özen göstermemizi sağlıyor. Bu tedirginlik halinin akibeti ise malumunuz... ilişki zamana yenik düşüp onun içinde eriyip gidiyor.
   "Eski"nin kabahati ne? "Geçmiş" algısı hep pürüzlü mü hayatlarımızda? Kusursuz geçmişi olan bir tanecik ilişkimiz bile yok mu yani? İşte tam da bu sebeple yaşanmışlık hissi her daim mutluluk vermiyor bana mesela..."Hey gidi günler hey!" nidaları arasından nedense içimi karartan anlar düşüyor aklıma. Hani öyle zoraki mutsuzluk yayan insanlardan da değilimdir halbuki... Mutsuzluk  hissine bu kadar sık öncelik vermeyi kimse istemez. Anlayamıyorum, aynı dünyanın insanları ilişki sürdükçe, zaman ilişkiye bir "geçmiş" yarattıkça o "biricik" dünyalarını ortadan ikiye ayırmak daha mı kolaylaşıyor... Bu kolaya kaçış, alışmaya amade dünyalarımızda fırtınalar koparıyor olmalı diğer taraftan. Hem kurtulmak ihtiyacı duyuyoruz hem de toparlamak... Ne yardan ne serden vazgeçemeyen kalplerimiz ilişkileri birer kafes gibi görmeye başlıyor belki.  İlişki kendine bir geçmiş yaratmadan önceki o halini unutup geleceğini karanlık bir zindan gibi görmeyi seçiyor.
   İlişkilerimiz bizim beceriksiz ama alışkın ellerimizde can çekişir hale geliyor bir biçimde. Zaman her ilişkinin kahramanı fakat üstlendiği roller çoğaldıkça ilişki başkalaşıyor, biçimsizleşiyor. "Bunca yılın hatrı..." her nasılsa "Bunca yılın kahrı..." oluveriyor. İnsan ilişki kuramayacak kadar olmasa da sürdüremeyecek kadar bencil bir yaratık galiba. Zamana hem kurtarıcı hem de düşman gözüyle bakabilmek insana özgü... İlişkilerimizi alışmak sevdasıyla ağdalı ağdalı yaşamayı çok iyi beceriyoruz ama ilişkiden kurtulmak mevzu olduğunda bizden masumu (çokça da kabiliyetsizi) yok. Kabahat varsa geçip giden zamanda...

15 Şubat 2010 Pazartesi

"Vallahi ben yapmadım" diyen çocuk olmak

!f kapsamında "hit filmler" bölümünün Kanadalı misafiri "Vallahi Ben Yapmadım" okyanusu aşıp Türk izleyicisiyle buluştu. Uluslararası festivallerinden ödüllerle dönen film 10 yaşındaki Léon'un kendince çalkantılı çocukluğundan bir kesit sunuyor seyircisine... Ağabeyinden başkasıyla arkadaşlık edemeyecek kadar huysuz, annesinin kaçışını kabullenemeyecek kadar narin ve kesinlikle tuhaf Léon hem dert hem zeka küpü bir çocuk olmanın zorluklarıyla mücadele ediyor, zorlukları ise "hayat" olarak tanımlayıp ondan kurtulmak için türlü  badireler atlatıyor. İntihar girişimleri ise trajikomik bir film olarak beyazperdede yerini alıyor.
'68 yazında Kanada'da geçen hikayeyi "anormal" ailensinin en küçük üyesi  Léon'un gözünden izlemeye başlayınca Léon ile aramızda duygusal bir bağ kurmak için çok da vakit kaybetmedik.. Bunu hızlandıran en önemli ayrıntının başrol oyuncusu Antoine L’Écuyer ile ilgili olduğunu söylemek mümkün. 10 yaşındaki bir çocuğun ağzından çıkmayacak türlü mottolar çocukluk hatıralarınıza doğru bir seyahat yapmanızı  da mümkün kılıyor. "Evde Tek Başına" ve "Kız Arkadaşım" filmlerinin Kanada usulü bir harmanıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünmeniz ise an meselesi... '68 yılının etkilerini filme serpmek isteyen senarist belli belirsiz birkaç cümle ve kostüm-dekor ikilisinin kuvvetine sığınmakla kalıyor, vaadettiği atmosferi yaratmayı başaramıyor ne yazık ki. Bu sınırlılık halinden filmi kurtaran ise çocukça hislerin samimiyeti ve bu samimiyetin izleyicide yarattığı duygular.. Annesinin "yüreğimin götürdüğü yere gitmeliyim" ısrarı O'na can-ı gönülden bağlı küçük oğlunu sarsmakla kalmıyor, 10 yaşındaki çocuğun zaten bir süredir anlamını sorguladığı hayattan vazgeçme teşebbüslerini sıklaştırmasına sebep oluyor. Léon mahallenin tatlı kızı Léa'ya aşık olunca hikayenin daha olumlu bir çizgiye doğru kayacağını düşünürken esas kızın da "normal" olmayan bir ailesi olduğunu farkediyoruz. Kaçış planları suya düşen ikilinin diyalogu ise filmin komedi ile dram arasındaki o ince çizginin üzerinde başarıyla yürüdüğü bir an olarak hafızalarımıza kazınıyor:

L: Hayata, herşeye yeniden başlayabiliriz Léa.
L: (Sinirli bir tavırla) Daha sadece on yaşındayız Léon.
L: İyi ya çok geç sayılmaz.

Film bu ve buna benzer keyifli anların dışında yalnız bir çocuğun keder dolu intihar girişimlerini farklı bir perspektifle izleyiciye sunmaya çalışıyor. Seçim yapmayı kendine dert edinen, seçiminin arkasında durma cesaretini gösteren Léon için dua eder hale geldiğim sahnelerin etkileri hala sürüyor.  Léon onun için ettiğim duaları duyacak olsa Tanrı ile kurmamayı seçtiği bağı boynuma dolamakta bir an bile tereddüt etmez tabii o ayrı bir mesele... Büyüklerinin yaramazlık diye nitelendireceği her hareketi aslında küçük birer isyan Léon için. "Yakasını bırakmayan" hayatla mücadelesini beyaz yalanlarla, hırsızlıklarla sürdüren bu çelimsiz çocuk ölüm fikrini mi merak ediyor yoksa depresif bir ruh hali mi onu harekete geçiriyor bilinmez fakat film boyunca yüreğimi ağzıma getirmeyi başarıyor. Senaryo bu çelişkinin altını doldurmasa da Léon'un hayat dersleri bahsettiğim boşlukları unutturuyor. '68 yılının sadece bir dekor görevini üstlendiği film dönemin politik, sosyal etkilerinden uzakta, Léon'un duygusal iniş çıkışlarına öncelik tanıyan bir anlatımı tercih ediyor. Ben de bu seçimi  küçük oyuncuların başarılı performansları ve hikayenin içtenliği sayesinde "kolaya kaçış" olarak nitelendirmekten vazgeçip sinema salonunu yüzümde bir gülümseme ile terketmeyi tercih ediyorum..
Festival kapsamında gösterildikten sonra ülkemizde vizyona gireceğini umut ediyorum çünkü "Vallahi Ben Yapmadım!" Türk izleyicisinin beğenisini toplamış olacak ki festival sonrası ek gösterimlerinde hemen yerini almış.Vizyona girmemesi halinde sanal dünyanın nimetlerinden faydalanıp filmi edinmek, izlemek çocukluğunu hatırlamak isteyenler için keyifli bir deneyim olabilir. Eğer söylendiği gibi çoğumuzun içinde büyümeyen birer çocuk varsa bu çocukları Léon ile tanıştırmak şart...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sherlock Holmes: Ultra-marifetli Dedektifin Yoğun Maceraları Vol.1

Sinema dünyası neredeyse ışık hızıyla gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanmayı fazlasıyla başaran bir endüstri... Bu teknolojiden faydalanarak harikalar yaratma durumu zaman zaman iç baysa da "talep" gördüğü de gözardı edilemeyecek bir gerçek. Önceleri  bilimkurgu ya da fantastik filmler için kullanıldığında gözüme batmayan bilgisayar mucizesi sahneler dönem filmlerinde kullanıldıkça beni rahatsız eder oldu. Örnekleyerek bu konuya yoğunlaşmak mümkün ama şu sıralar vizyona giren ve vizyon öncesinde beni fazlasıyla heyecanlandırmış olan Sherlock Holmes naçizane sinema bardağımı taşıran son damla oldu bu manada. 19. yy İngiltere'sini  popüler bir edebi  kişiliğe hayat veren Robert Downey Jr. 'ın oyunculuğu eşliğinde beyazperdede izlemek keyifli olacaktı. Mamafih tüm bu güzel ayrıntıların yanına yönetmen koltuğuna Kapışma'dan hatırlayacağımız Guy Ritchie de eklendiğinde filme dair beklentilerim hatırı sayılır ölçüde arttı. Ben de öğreniyorum işte öyle koca koca beklentilerle sinema salonuna girmemeyi bu gibi filmler sayesinde..
Ne gördün de yerin dibine soktun canım gülüm filmi diyenler olacağından açıklamaktır niyetim...
120 dakikalık bir filme hem ilk nükleer silah diye niterlendirmenin mümkün olduğu bir teknolojinin hem de elektronik cihazları uzaktan kumanda etmeye yarayacak bir sistemin icadını sığdırmak hangi aklın ürünüdür merak etmemek mümkün değil (hele ki filmin sonu devam filmini nerdeyse davulla zurnayla ilan etmekteyken)... Bilimsel öğelerin filmde önemli bir yer tutacağını biz de biliyoruz fakat bu kadarı izleyicinin öğe fikrinden uzaklaşıp "tıkıştırma" fiiline yoğunlaşmasına neden oluyor. Baş karakterin delilleri incelerken yarattığı hava yeterince tatmin ediciyken filmin sonlarına doğru (olay örgüsü aydınlanırken) izleyici ipucu manyağı haline geliyor ister istemez.
Gözü yoran bir başka husus ise 19 yy. İngiltere'sini canlandırmak için kurulabilecek setlerden kaçınılmış olması... Film büyük bütçeli fakat bütçenin önemli bir kısmının bilgisayarlı teknolojiyie aktarıldığını filmin birçok kısmında görüyoruz. Yeşil bir ekranın önünde yürüyen, koşan, kurşunlardan kaçan bir Robert Downey Jr. hayal etmek hiç de zor değil. Fimi teknolojik ayrıntılarla ilginç kılmak yerine senaryo farklılaştırılabilir ve film bu yanıyla daha başarılı hale gelebilirdi. Tim Burton, Sweeney Todd'da benzer bir atmosfer kullanmıştı. Muhtemelen onun setlerinde de yeşil ekranlar ağırlıktaydı fakat film intikam tutkusuyla yanan bir adamın öyküsünü o kadar iyi anlatıyordu ki yapımcıların teknolojik zaferleri aklınızda yer etmiyordu. Sherlock Holmes için de benzer bir beklentiye sahiptim.
Film etkileyiciliğini bu gibi unsurlar yüzünden kaybetse de oyunculuklar izleyicinin gönlünü almayı başarıyor. Her iki aktör de zamanın acımasızlığıyla karşı karşıya kalmış o ayrı tabii :) Dövüş sahnelerinde kullanılan teknik yakışıklı dedektifimizin bu sahnelerde başarıyla kullandığı vücudu ile birleşince ortaya görsel olarak çok başarılı sahneler çıkmış. Burada da Guy Ritchie'nin ustalığını kullandığını not düşmekte fayda var. Ally McBeal'daki rolüyle akıllarımıza kazınan, "Kiss Kiss Bang Bang"de o alaycı oyunculuğla büyüleyen Robert Downey Jr. filmin başrolünü kendisinden daha popüler bir aktör olan Jude Law'a neden kaptırmadığını da karşı karşıya oynadıkları her sahnede kanıtlıyor. Jude Law olmasa da olur oyunculuğuyla Dr. Watson rolünde harikalar yaratmıyor ama filmin hatrına da gözümüze öyle çok fazla batmıyor. Rachel Adams dedektifimizin yumuşak karnı olarak karşımıza çıkıp (yaşlanmış Robert'ın yanında biraz fazla lolita kalsa da) görevini yerine getiriyor. Dikkate değer bir diğer kadın karakterse doktorun nişanlısı... Dikkati hakeden tek yanı ise güzelliği :) Film ödül törenlerinden eli boş dönmemeye devam ediyor ve Oscar adaylıklarıyla da akıllarda şimdiden yer etti. Adaylıklardan biri en iyi aktör diğeri ise en iyi sanat yönetimi... Kendi adıma ironik bir durum haliyle ama otoriteler öyle uygun gördü diye aynı kanıya varmak benim gibi huysuzların işi değil... Onaylama kısmını daha hevesli sinefillere bırakalım biz :)
Devam filmi yola çıkmıştır bile ve onun için de sinema salonunun yolunu tutarım. Fakat bir Batman filmini beklediğim gibi bekler miyim onun için söz veremem. Bakınız bir karşılaştırma daha aklıma geldi bu vesileyle... Kara Şövalye'de az mı efekt kullanıldı ama senaryo, oyuncular yeterince mutlu ediyordu izleyiciyi... Bu sadece Christopher Nolan'ın başarısı mıydı bilemiyorum ama Guy Ritchie madem bir devam filmine yeltenecek biraz daha ödevine çalışsa (ve de çevresini çalıştırsa) çok makbule geçer. Lakin devam filminde milyonlarca ayrıntıyla izleyicinin zihnini alak bullak ederse bu defa Sherlock Holmes bile onu kurtaramayacak gibi görünüyor. Son olarak filmin herşeye rağmen keyifli bir seyirlik olacağını yine de bu keyfi ancak zihninizin gürültü patırtıya tahammül edebileceği sakin bir gününüzde yakalayabileceğinizi önemle hatırlatmak isterim.

8 Ocak 2010 Cuma

kaçıncıyım ben? kaçıncısın sen?

her seferinde benim kelimelerim olmak zorunda değil diye düşündüm okuduktan sonra...burada da bir izi olsun bende bıraktığının hatrına, hürmetle...

YEDİNCİ
Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez yangın çıkan bir evde doğ,
Bir kez buzdan soğuk sellerde,
Bir kez azgın deliler arasında,
Bir kez olgun bir buğday tarlasında,
Bir kez de kimsesiz bir manastırda.
Bir ağızdan ağlayan altı bebek yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşısında yedi kişi görmeli düşmanın:
Biri pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
Biri pazartesi sabahı işe başlayan,
Biri para düşünmeden bir şey öğreten,
Biri boğularak yüzme öğrenen,
Biri koca bir ormanın tohumu olan,
Biri de yiğit ataların koruduğu bir torun,
Ama onların bu hünerleri de yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Bir kadın mı bulacaksın kendine,
Yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine,
Biri güzel sözlere kanan,
Biri başının çaresine bakan,
Biri kendini hayalci sanan,
Biri eteğinin altından kadını okşayan,
Biri hiçbir numarayı yutmayan,
Biri kadının düşürdüğü mendile basan:
Sinek gibi vızıldasınlar çevresinde,
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Yazmak geliyorsa elinden,
Yedi kişi birden yazmalı şiirini:
Biri mermerden bir köy kuran,
Biri uykusundayken doğan,
Biri göğün haritasını çizen,
Biri adı sözcüklerle anılan,
Biri ruhunu yetkinleştiren,
Biri diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
Yedi kişi için öleceksin,
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
Bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
Bir, boş tabakları fırlatıp atan,
Bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
Bir, yıkılıncaya dek çalışan,
Bir sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak,
Sen kendin yedinci olmaya bak!
Atilla Jozef

26 Kasım 2009 Perşembe

Çöp Yürek

Yaşım ilerledikçe huysuzlaştığımı 20'li yaşların ortalarında olmama rağmen farkediyorum bir süredir... Yaşlanmanın güzelliklerinden bahseden ve hepimizin çevresinde olan o bilgeler(!) var ya... Yalan söylüyorlar, hem de bariz bir biçimde!
Yaşlanmak benim için anlamını şu sıralar "tahammül" kelimesinde buluyor. Aslında tahammülsüzlük... Uzun zamandır yaptığım, belki de bir biçimde yapmaya alıştırıldığım bir sürü lüzumsuz eylemin arasında boğulduğumu sezmekteyim ve bu sezgiyi ancak "Yaşlanıyorsun ondan oluyor hep..." benzeri düşüncelerle bilincimin çıkmaz sokaklarına yollamaya çalışıyorum. Halbuki bu da benim kendime söylediğim koca bir yalan! İki gün önce tahammül gösterdeğim birine bugün gıcık (evet kelimenin tam anlamıyla gıcık) oluyorsam ters giden birşeyler olmalı düzen(sizliğim)de... İnsanların kaygısız tavırlarına maruz kaldıkça huysuz ihtiyar damarım bir çatlak daha veriyor. E bir tanecik damar yüzünden de koskocaman bir canavar yaratmaya hiç niyetim yok. Tabii insan hayatına niyetlerin değil harekete geçişlerin yön verdiğini öğreneli oluyor birkaç zaman... Huysuz, uyumsuz vb. yaftaları göğsüme göğsüme yememek uğruna ne atraksiyonlar yaptığımı ben bile takip edemiyorum bazen ama o sınırsız tahammül çabalarımın lastiği yolda patlıyor işte! Öfkemi yöneltmem gerekenler uzun zamandır yanımdaysa bir de... İşte o zaman tadından yenmez bir huzursuzluk abidesi oluyorum. Huzursuzluğumu da öyle herkesle paylaşamam, kıymetlimdir nedense. Öyle uzuuun uzun içimde kalır,büyür (büyütürüm çünkü). Hoş büyütmeyip de ne yapayım? Huzursuzluğumu paylaşmam demek o huzursuzluğu yaratan ve/fakat kendisini sevmekten vazgeçmediğim biri oluyor genelde. Öyle zamanlar "ayıkla pirincin taşını"  anlarıdır haliyle... 3-5 cümle önce bahsettiğim canavar burdan besleniyor işte! Kendisini zaptetmekte şu sıralar zorlanıyorum. Tahammül uyuşturucu gibi birşey olmalı... Şimdi düşünüyorum da birçok öfke nöbetlerinin kıyısından döndüm sayesinde... Şu sıralar da bırakamıyorum kendisini bir türlü. Biliyorum bırakırsam gazabıma uğrayanlar olacak. Utanç verici bir durum bu biraz... İnsana kendisini ziyadesiyle ikiyüzlü hissettiren bir hırıltı sanki... "Tahammül etmediğin-edemediğin ne varsa hayatında, onlar lüzumsuz parçalarıdır serüveninin" gibi basit bir çıkarım yapmak istiyorum çoğu zaman fakat buna da el vermiyor yüreğim. Yufka yürekliliğimden bahsedecek değilim, acımasızlığın en değişmez ortak özelliğimiz olduğunu düşünürüm hatta. Ben daha çok "çöp" yürekli olduğum kanısına varmış bulunuyorum nedense... Kıyıp da içimden söküp atamadığım o kadar çok sevgi, ilgi, merhamet taneciği var ki bazen onlar yüzüden bunca sıkıldığımı düşünüyorum. Lüzumsuzlukları tahammül depomda farkedilmez bir basınçla küçücük çatlaklar yaratıp ruhumu zehirliyor sanki... Sızıntı yavaş olduğundan yüreğimi de çürütüp çöpleştiriyor belki de. Bu fikrin beni nasıl ürküttüğünü anlatmam pek mümkün değil tabii.Çöpleşmekten, kendi kendimi zehirlemekten, çevreme de bu zehri akıtmaktan korkuyorum artık. Çözümü nerde,nasıl bulurum onu da zaman gösterecek herhalde. 20'li yaşların ortaları bu sıkıntının çözümüne yardımcı olmayacaksa yaşlanmanın da bir anlamı kalmayacak ki... Huysuzluk katsayım yaşımla bir orantı kuracaksa yalnızlığın da peşlerine takılacağını sezer gibiyim. Yanılıyor olmayı istediğimi söylememe gerek yok. Bilgisayarımda bile varken bir çöp kutusu, zihnimde de böyle bir alan yaratacak cesareti kendimde bulduğumda içim rahatlayacak...

16 Ekim 2009 Cuma

At Hafızaya...Silme Ama!


Geçtiğimiz Mayıs ayında izlemiştim "Histanbul"u... Daha önce hiçbir tiyatro oyunundan almadığım bir hazla ayrılmıştm salondan. Günlerce etkisinde kaldığımı bile söyleyebilirim. İstanbul denen bu renkler, yüzler,çirkinlikler, eşsizlikler karmaşasına o kadar içten o kadar keyif dolu bir bakıştı ki bu, gösteri sanatlarında kendi adıma bir miladın başındaydım adeta. "Histanbul"la ilgili anlatmak istediğim çok şey var aslında ama buraya dökülecek kelimelerimi 2010'a saklıyorum. Nitekim "Histanbul" izleyiciyle tekrar buluşacakmış Allah'tan.
Bu gece başka birşeyi anlatmak istiyor canım... Adı da tadı da başka... Onun adı "Muhabir"..."Histabul"un zihnimde bıraktığı izler yüreğime doğru akarken mutluluktu gözlerimi nemlendiren... Komedi oyunu değildi izlediğimiz ama Ali Bora öyle güzel İstanbullar anlatıyordu ki hüznün bile mutluluk verdiği anları çoğalttı ömürlerimizde... İki gece önce  "Muhabir"i izledikten sonraysa yüreğime akanlar daha başkaydı. Memet Ali Alabora yaşam serüvenini bir gösteriye dönüştürmeyi başarmakla kalmamış ülkesinin siyasal tarihinden, sanat tarihinden çekip çıkardığı olayları,insanları kişisel hatıralarıyla harmanlarken izleyen için sarsıcı bir hikaye yaratabilmiş...
Kendiyle, yaşadıklarıyla ve en önemlisi yaptığı tercihlerle barışık bir adamın kariyer çizgisindeki ilk durak noktası olan medyanın gerçek ve ne yazık ki "korkunç" yanlarıyla 17,5 yaşındaki Memet Ali'yi izlerken  yüzleşiyorsunuz... Şimdilerde 30'lu yaşlarının olgunluğuyla aşık olduğu işi yapan bir aktörün itiraflarla, serzenişlerle dolu geçmişine uzanırken sanal klasörler rehberlik ediyor biz izleyicilere... Teknolojinin nimetlerinden faydalanırken izleyiciyi yakalayan Memet Ali bu başarıyı bir tavuk buduyla da elde ederken en ufak bir zorluk çekmiyor. Bu başarının altında yatan yüzleşme çabasını anlıyor izleyici (kendi adıma söyleyebilirim bunu en azından), hatta oyuncu ile arasında tuhaf bir bağ kurarak yer yer çuvaldızı kendine batırıyor. A Takımı'nın gözbebeği körpe delikanlıyı Cannes'da festival yerine çıplak vücutların peşinden koşturanın kendi yarattığı reyting çizelgeleri olduğunu bilen izleyici  Memet Ali'nin kişisel geçmişinden kendine de pay çıkarabilmeli ... Tevfik Ağansoy'un cansız bedenini de aynı magazinel meraklarla mı görmek istedik acaba diye düşünmeden geçemedim Alabora'nın performansını seyrederken.
"Siyasetin medyaya, medyanın mafyaya bulaştığı (karıştığı) günleri geride bıraktığımız şu dönemde..." diyerek başlamak isterdim bu cümleye fakat bunu imkansız kılan koşullarla yaşamaya devam ediyoruz. Unutmamanın suç sayıldığı, balık hafızaların baş tacı edildiği bu ülkede her geçen gün biraz daha artıyor utancımız... Belki de Memet Ali Alabora'nın kişisel yolculuğunu bizlerle paylaşmasının altında da bu utanç yatıyor. Alabora, şöhretin getirdiği lüzumsuz ayrıntılardan arınıp Türk tiyatrosuna yeni bir soluk katmayı istiyor belli ki... Seneler içinde "Hayat"ın ona kazandırdığı babaanne duygusuna sıkı sıkı sarılmış da "Muhabir"le karşımıza çıkmış sanki. Memet Ali Alabora'yı "Memet Ali Alabora" yapan hikayesini bizlerle paylaşırken seçimlerinin O'na kattıklarını (tam anlamıyla reddeder gibi durmasa bile) bu kazançları elde ederken katettiği yoldan az da olsa hicap duyduğunu hissettiriyor. Bunu popüler kültürün bir parçası olmaktan duyduğu rahatsızlıkla açıklamak mümkün mü bilemiyorum ama "Muhabir" Memet Ali'nin bu güzel performansının dizi furyasının dönüm noktalarından biri olan Memoli'yi  bile gülümseyerek hatırlamamıza imkan sağladığını söylemek gayet mümkün...
İzleyiciyle kurduğu ilişkinin başarısı oyunun sonunda koskoca bir etkiye dönüşürken Alabora'nın sahne tozunu anne karnında yutmuş çocuk hallerinden  muhabirliğe uzanan ve çevresinde olan bitene duyarlı bir aktör  olma yolunda ilerlediği yaşam serüvenini izlemek bir ayrıcalık haline geliyor. Bu ayrıcalığın Türk tiyatrosuna katacağı çok şey olduğuna inanmış olarak çıkıyorsunuz Garajistanbul'dan... Dürüstlüğünün heyecan yarattığı kalbinizde çıplak ayaklarıyla kan göllerinde gezinmiş bu genç insana bir yer açmaktan çekinmiyorsunuz... "Muhabir"in muhabirinin size fısıldayacakları yer yer canınızı sıkacak, çokça gülümsetecek ama illa ki iz bırakacak akıllarınızda. Unutmayı iş edinmiş bu toplumun bir parçası olmaktan utanacak olsanız da bu performansı bir günah çıkarma seansı olarak görebilirsiniz. Böylelikle hala "arınma" şansımızın olduğunu da hatırlarsınız belki...

Oyunun bir de blogu var (meraklısına) :
http://muhabir-reporter.blogspot.com/

19 Eylül 2009 Cumartesi

Tılsımcı geldi Haaaaanııııım




Köprünün göz kırpan ışıkları gecenin bende her daim yarattığı karanlık, sinsi havayı yumuşatmakla kalmıyor çocukça bir heyecan bırakıyor kalbime bu gece. Bu neşeli yansımaların yalnızca teknolojik bir kandırmaca oluşu bile keyfimi gölgeleyemiyor... Varsın yıldızlar gözükmesin bu koca şehrin kalabalık ışıkları yüzünden... İnsan zihni istedi mi öyle güzel çalışıyor ki soğuk ampullere rengarenk yıldız kostümleri giydirebiliyor.


Yine de bu gece özel birşeylerin etrafımda dolaştığını biliyorum. Bu"arife"nin büyüsü olmalı... Bakmayın boyundan büyük durduğuna "büyü"nün cümle içinde... Kelime çok gizemli değil aslında, ne yazık ki biz onu bir türlü kullanamıyoruz. İnançlarımız mı bizi tutsak ediyor yoksa umudumuz mu az, kestirmek mümkün değil...


Aslına bakarsanız ben "tılsım"a bile razıyım... Yok yok "büyü"yü kaptığım gibi "tılsım"la çevrelemeye karar verdim şu anda! Etrafında olan bitenlere içerlemektense bir sonraki anın "tılsım"ına inanmak gerekiyor yanılmıyorsam... Tılsımı (hadi gönlü olsun büyüyü) illa Amerikan filmlerinin Noel sahnelerinde yakalamak mıdır bu neslin kaderi yahu? Bu gece öyle bir gece işte... Arifenin müjdesi çoktur çünkü... Kavuşmaktır biraz... Bazen uzaktakiyle,bazen yürektekiyle...Belki bir çift yeni,gıcır gıcır bir pabuçtur... Kıymeti yeniliğindendir...Bolca şekerdir, çikolatadır... E haliyle göz göre göre artan kilolardır :)... Çaktırmadan barışmaktır... Belki bir tokalaşma, belki bir zoraki tebessüm bile olsa... Devir değiştikçe dengesini kaybeden harçlıklardır... Eskinin 20 kocaman milyonunun "sıfırsız açılımı"dır hiç şüphesiz... Eh tılsımı sağa sola serpmek istedikten sonra bayramın müjdeleri arifeyle birlikte gelmeye başlıyor sanki... Kendi bayram sevincimi yaratmaya karar verdim bu gece...
Dedim ya, varsın ışıkları gerçek olmasın benim yıldızlarımın...Bu yıldızlar bana vaadediyorsa ablamı şeker yeme yarışında yenmeyi, annemin sıcacık koynunda uykuya dalarken babamın elini öptüğümü hüzünle değil de huzurla hatırlatmayı, İstanbul sokaklarında sevdiklerimle dolaşmayı... Ben bu "şakacıktan yıldız"lara sımsıkı sarılırım, kucaklarım hepsini birer birer...Her göz kırpan ışık arife gününün üstüne pıtır pıtır dökülen tılsımlar oluverir bir anda...


Bu yazılanların arife gününe özel olmadığını bilesin ey sevgili okuyucu! Maksat gündelik telaşların, sıkıntıların arasına umudu sıkıştırabilmek... Umut küsmeyi bilmez, yufka yürekli bir dosttur çünkü... Bir kısacık anda yüreklere düşse tılsımını da kendi bulur...öyle arsızdır yahu, anla işte... Tılsımı bol, şekeri çok, umuda bulanmış bir bayram dilemek güzel şey... Naçizane tavsiyemdir.