31 Mart 2010 Çarşamba

kahr-ı hatır

   Baştan söylemeliyim. Bu bir fikir değil "sorular" yazısıdır. Cevabını aradığımdan bile emin olmadığım birkaç soru ile zihinlerimizi bulandırmayı amaçlıyorum. Daha doğrusu bulanmış zihnimi yazarak meşgul etmeyi ve bu vesileyle daha kolay sorular bulup onu sakinleştirmek niyetindeyim. Geçenlerde aslında çok daha önceleri duyduğum bir sözle yeniden karşılaşınca keyfim kaçtı nedense...    "Yeni bir ilişkinin en güzel yanı geçmişinin temiz olmasıdır."
   Nerden alıntı yaptığımın önemi yok ama belirtmeliyim ki bir aşk ilişkisini tanımlarken kullanılıyordu. Belki sadece aşk ilişkisi üzerinden düşünmek lazım cümleyi ama aklım başka bir yerlere kaymadan edemedi. "İlişki" denen o mefhumu çeşitlendirmek kolay da o çeşitlerin içini doldurmak zor olan galiba... İlişkilerimizi tanımlarken  "zaman" kavramına sarılmamız bundan mı acaba? Kurduğumuz her bağ dibini görmediğimiz bir denize düştüğümüz hissini mi uyandırıyor bünyelerimizde? Hadi aptallaştık da düştük o denize diyelim... Her ilişkimize zaman verme çabamız lüzumsuz bir dürtü değil de nedir bir türlü anlayamıyorum. Henüz insan kadar "alışmak" fiiline sıkı sıkıya yapışmış başka bir türün varlığından haberdar değiliz belki de. Zaman kolayca "verilen" birşey haline geldikçe ilişkilerimizin değersizleştiği hissine kapılıyorum bu yüzden. İlişkilerin değersizleştiğine dair içimde büyüyüen bu sevimsiz hissiyat şunu da fısıldamaya başlıyor bir yandan: İlişkiyi değersiz kılan onu yaratanlar değil mi acaba? Bunun farkına varmıyor oluşumuzsa bambaşka bir mevzu. Yeni bir sevgili, yeni bir arkadaş, yeni bi ev... Yeni olanla karşılaşmak bizi heyecanladırırken tedirgin ediyor bir yandan. Tedirginlik, ilişki kurduğumuz her ne ise ona karşı daha başka bir özen göstermemizi sağlıyor. Bu tedirginlik halinin akibeti ise malumunuz... ilişki zamana yenik düşüp onun içinde eriyip gidiyor.
   "Eski"nin kabahati ne? "Geçmiş" algısı hep pürüzlü mü hayatlarımızda? Kusursuz geçmişi olan bir tanecik ilişkimiz bile yok mu yani? İşte tam da bu sebeple yaşanmışlık hissi her daim mutluluk vermiyor bana mesela..."Hey gidi günler hey!" nidaları arasından nedense içimi karartan anlar düşüyor aklıma. Hani öyle zoraki mutsuzluk yayan insanlardan da değilimdir halbuki... Mutsuzluk  hissine bu kadar sık öncelik vermeyi kimse istemez. Anlayamıyorum, aynı dünyanın insanları ilişki sürdükçe, zaman ilişkiye bir "geçmiş" yarattıkça o "biricik" dünyalarını ortadan ikiye ayırmak daha mı kolaylaşıyor... Bu kolaya kaçış, alışmaya amade dünyalarımızda fırtınalar koparıyor olmalı diğer taraftan. Hem kurtulmak ihtiyacı duyuyoruz hem de toparlamak... Ne yardan ne serden vazgeçemeyen kalplerimiz ilişkileri birer kafes gibi görmeye başlıyor belki.  İlişki kendine bir geçmiş yaratmadan önceki o halini unutup geleceğini karanlık bir zindan gibi görmeyi seçiyor.
   İlişkilerimiz bizim beceriksiz ama alışkın ellerimizde can çekişir hale geliyor bir biçimde. Zaman her ilişkinin kahramanı fakat üstlendiği roller çoğaldıkça ilişki başkalaşıyor, biçimsizleşiyor. "Bunca yılın hatrı..." her nasılsa "Bunca yılın kahrı..." oluveriyor. İnsan ilişki kuramayacak kadar olmasa da sürdüremeyecek kadar bencil bir yaratık galiba. Zamana hem kurtarıcı hem de düşman gözüyle bakabilmek insana özgü... İlişkilerimizi alışmak sevdasıyla ağdalı ağdalı yaşamayı çok iyi beceriyoruz ama ilişkiden kurtulmak mevzu olduğunda bizden masumu (çokça da kabiliyetsizi) yok. Kabahat varsa geçip giden zamanda...

15 Şubat 2010 Pazartesi

"Vallahi ben yapmadım" diyen çocuk olmak

!f kapsamında "hit filmler" bölümünün Kanadalı misafiri "Vallahi Ben Yapmadım" okyanusu aşıp Türk izleyicisiyle buluştu. Uluslararası festivallerinden ödüllerle dönen film 10 yaşındaki Léon'un kendince çalkantılı çocukluğundan bir kesit sunuyor seyircisine... Ağabeyinden başkasıyla arkadaşlık edemeyecek kadar huysuz, annesinin kaçışını kabullenemeyecek kadar narin ve kesinlikle tuhaf Léon hem dert hem zeka küpü bir çocuk olmanın zorluklarıyla mücadele ediyor, zorlukları ise "hayat" olarak tanımlayıp ondan kurtulmak için türlü  badireler atlatıyor. İntihar girişimleri ise trajikomik bir film olarak beyazperdede yerini alıyor.
'68 yazında Kanada'da geçen hikayeyi "anormal" ailensinin en küçük üyesi  Léon'un gözünden izlemeye başlayınca Léon ile aramızda duygusal bir bağ kurmak için çok da vakit kaybetmedik.. Bunu hızlandıran en önemli ayrıntının başrol oyuncusu Antoine L’Écuyer ile ilgili olduğunu söylemek mümkün. 10 yaşındaki bir çocuğun ağzından çıkmayacak türlü mottolar çocukluk hatıralarınıza doğru bir seyahat yapmanızı  da mümkün kılıyor. "Evde Tek Başına" ve "Kız Arkadaşım" filmlerinin Kanada usulü bir harmanıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünmeniz ise an meselesi... '68 yılının etkilerini filme serpmek isteyen senarist belli belirsiz birkaç cümle ve kostüm-dekor ikilisinin kuvvetine sığınmakla kalıyor, vaadettiği atmosferi yaratmayı başaramıyor ne yazık ki. Bu sınırlılık halinden filmi kurtaran ise çocukça hislerin samimiyeti ve bu samimiyetin izleyicide yarattığı duygular.. Annesinin "yüreğimin götürdüğü yere gitmeliyim" ısrarı O'na can-ı gönülden bağlı küçük oğlunu sarsmakla kalmıyor, 10 yaşındaki çocuğun zaten bir süredir anlamını sorguladığı hayattan vazgeçme teşebbüslerini sıklaştırmasına sebep oluyor. Léon mahallenin tatlı kızı Léa'ya aşık olunca hikayenin daha olumlu bir çizgiye doğru kayacağını düşünürken esas kızın da "normal" olmayan bir ailesi olduğunu farkediyoruz. Kaçış planları suya düşen ikilinin diyalogu ise filmin komedi ile dram arasındaki o ince çizginin üzerinde başarıyla yürüdüğü bir an olarak hafızalarımıza kazınıyor:

L: Hayata, herşeye yeniden başlayabiliriz Léa.
L: (Sinirli bir tavırla) Daha sadece on yaşındayız Léon.
L: İyi ya çok geç sayılmaz.

Film bu ve buna benzer keyifli anların dışında yalnız bir çocuğun keder dolu intihar girişimlerini farklı bir perspektifle izleyiciye sunmaya çalışıyor. Seçim yapmayı kendine dert edinen, seçiminin arkasında durma cesaretini gösteren Léon için dua eder hale geldiğim sahnelerin etkileri hala sürüyor.  Léon onun için ettiğim duaları duyacak olsa Tanrı ile kurmamayı seçtiği bağı boynuma dolamakta bir an bile tereddüt etmez tabii o ayrı bir mesele... Büyüklerinin yaramazlık diye nitelendireceği her hareketi aslında küçük birer isyan Léon için. "Yakasını bırakmayan" hayatla mücadelesini beyaz yalanlarla, hırsızlıklarla sürdüren bu çelimsiz çocuk ölüm fikrini mi merak ediyor yoksa depresif bir ruh hali mi onu harekete geçiriyor bilinmez fakat film boyunca yüreğimi ağzıma getirmeyi başarıyor. Senaryo bu çelişkinin altını doldurmasa da Léon'un hayat dersleri bahsettiğim boşlukları unutturuyor. '68 yılının sadece bir dekor görevini üstlendiği film dönemin politik, sosyal etkilerinden uzakta, Léon'un duygusal iniş çıkışlarına öncelik tanıyan bir anlatımı tercih ediyor. Ben de bu seçimi  küçük oyuncuların başarılı performansları ve hikayenin içtenliği sayesinde "kolaya kaçış" olarak nitelendirmekten vazgeçip sinema salonunu yüzümde bir gülümseme ile terketmeyi tercih ediyorum..
Festival kapsamında gösterildikten sonra ülkemizde vizyona gireceğini umut ediyorum çünkü "Vallahi Ben Yapmadım!" Türk izleyicisinin beğenisini toplamış olacak ki festival sonrası ek gösterimlerinde hemen yerini almış.Vizyona girmemesi halinde sanal dünyanın nimetlerinden faydalanıp filmi edinmek, izlemek çocukluğunu hatırlamak isteyenler için keyifli bir deneyim olabilir. Eğer söylendiği gibi çoğumuzun içinde büyümeyen birer çocuk varsa bu çocukları Léon ile tanıştırmak şart...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sherlock Holmes: Ultra-marifetli Dedektifin Yoğun Maceraları Vol.1

Sinema dünyası neredeyse ışık hızıyla gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanmayı fazlasıyla başaran bir endüstri... Bu teknolojiden faydalanarak harikalar yaratma durumu zaman zaman iç baysa da "talep" gördüğü de gözardı edilemeyecek bir gerçek. Önceleri  bilimkurgu ya da fantastik filmler için kullanıldığında gözüme batmayan bilgisayar mucizesi sahneler dönem filmlerinde kullanıldıkça beni rahatsız eder oldu. Örnekleyerek bu konuya yoğunlaşmak mümkün ama şu sıralar vizyona giren ve vizyon öncesinde beni fazlasıyla heyecanlandırmış olan Sherlock Holmes naçizane sinema bardağımı taşıran son damla oldu bu manada. 19. yy İngiltere'sini  popüler bir edebi  kişiliğe hayat veren Robert Downey Jr. 'ın oyunculuğu eşliğinde beyazperdede izlemek keyifli olacaktı. Mamafih tüm bu güzel ayrıntıların yanına yönetmen koltuğuna Kapışma'dan hatırlayacağımız Guy Ritchie de eklendiğinde filme dair beklentilerim hatırı sayılır ölçüde arttı. Ben de öğreniyorum işte öyle koca koca beklentilerle sinema salonuna girmemeyi bu gibi filmler sayesinde..
Ne gördün de yerin dibine soktun canım gülüm filmi diyenler olacağından açıklamaktır niyetim...
120 dakikalık bir filme hem ilk nükleer silah diye niterlendirmenin mümkün olduğu bir teknolojinin hem de elektronik cihazları uzaktan kumanda etmeye yarayacak bir sistemin icadını sığdırmak hangi aklın ürünüdür merak etmemek mümkün değil (hele ki filmin sonu devam filmini nerdeyse davulla zurnayla ilan etmekteyken)... Bilimsel öğelerin filmde önemli bir yer tutacağını biz de biliyoruz fakat bu kadarı izleyicinin öğe fikrinden uzaklaşıp "tıkıştırma" fiiline yoğunlaşmasına neden oluyor. Baş karakterin delilleri incelerken yarattığı hava yeterince tatmin ediciyken filmin sonlarına doğru (olay örgüsü aydınlanırken) izleyici ipucu manyağı haline geliyor ister istemez.
Gözü yoran bir başka husus ise 19 yy. İngiltere'sini canlandırmak için kurulabilecek setlerden kaçınılmış olması... Film büyük bütçeli fakat bütçenin önemli bir kısmının bilgisayarlı teknolojiyie aktarıldığını filmin birçok kısmında görüyoruz. Yeşil bir ekranın önünde yürüyen, koşan, kurşunlardan kaçan bir Robert Downey Jr. hayal etmek hiç de zor değil. Fimi teknolojik ayrıntılarla ilginç kılmak yerine senaryo farklılaştırılabilir ve film bu yanıyla daha başarılı hale gelebilirdi. Tim Burton, Sweeney Todd'da benzer bir atmosfer kullanmıştı. Muhtemelen onun setlerinde de yeşil ekranlar ağırlıktaydı fakat film intikam tutkusuyla yanan bir adamın öyküsünü o kadar iyi anlatıyordu ki yapımcıların teknolojik zaferleri aklınızda yer etmiyordu. Sherlock Holmes için de benzer bir beklentiye sahiptim.
Film etkileyiciliğini bu gibi unsurlar yüzünden kaybetse de oyunculuklar izleyicinin gönlünü almayı başarıyor. Her iki aktör de zamanın acımasızlığıyla karşı karşıya kalmış o ayrı tabii :) Dövüş sahnelerinde kullanılan teknik yakışıklı dedektifimizin bu sahnelerde başarıyla kullandığı vücudu ile birleşince ortaya görsel olarak çok başarılı sahneler çıkmış. Burada da Guy Ritchie'nin ustalığını kullandığını not düşmekte fayda var. Ally McBeal'daki rolüyle akıllarımıza kazınan, "Kiss Kiss Bang Bang"de o alaycı oyunculuğla büyüleyen Robert Downey Jr. filmin başrolünü kendisinden daha popüler bir aktör olan Jude Law'a neden kaptırmadığını da karşı karşıya oynadıkları her sahnede kanıtlıyor. Jude Law olmasa da olur oyunculuğuyla Dr. Watson rolünde harikalar yaratmıyor ama filmin hatrına da gözümüze öyle çok fazla batmıyor. Rachel Adams dedektifimizin yumuşak karnı olarak karşımıza çıkıp (yaşlanmış Robert'ın yanında biraz fazla lolita kalsa da) görevini yerine getiriyor. Dikkate değer bir diğer kadın karakterse doktorun nişanlısı... Dikkati hakeden tek yanı ise güzelliği :) Film ödül törenlerinden eli boş dönmemeye devam ediyor ve Oscar adaylıklarıyla da akıllarda şimdiden yer etti. Adaylıklardan biri en iyi aktör diğeri ise en iyi sanat yönetimi... Kendi adıma ironik bir durum haliyle ama otoriteler öyle uygun gördü diye aynı kanıya varmak benim gibi huysuzların işi değil... Onaylama kısmını daha hevesli sinefillere bırakalım biz :)
Devam filmi yola çıkmıştır bile ve onun için de sinema salonunun yolunu tutarım. Fakat bir Batman filmini beklediğim gibi bekler miyim onun için söz veremem. Bakınız bir karşılaştırma daha aklıma geldi bu vesileyle... Kara Şövalye'de az mı efekt kullanıldı ama senaryo, oyuncular yeterince mutlu ediyordu izleyiciyi... Bu sadece Christopher Nolan'ın başarısı mıydı bilemiyorum ama Guy Ritchie madem bir devam filmine yeltenecek biraz daha ödevine çalışsa (ve de çevresini çalıştırsa) çok makbule geçer. Lakin devam filminde milyonlarca ayrıntıyla izleyicinin zihnini alak bullak ederse bu defa Sherlock Holmes bile onu kurtaramayacak gibi görünüyor. Son olarak filmin herşeye rağmen keyifli bir seyirlik olacağını yine de bu keyfi ancak zihninizin gürültü patırtıya tahammül edebileceği sakin bir gününüzde yakalayabileceğinizi önemle hatırlatmak isterim.

8 Ocak 2010 Cuma

kaçıncıyım ben? kaçıncısın sen?

her seferinde benim kelimelerim olmak zorunda değil diye düşündüm okuduktan sonra...burada da bir izi olsun bende bıraktığının hatrına, hürmetle...

YEDİNCİ
Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez yangın çıkan bir evde doğ,
Bir kez buzdan soğuk sellerde,
Bir kez azgın deliler arasında,
Bir kez olgun bir buğday tarlasında,
Bir kez de kimsesiz bir manastırda.
Bir ağızdan ağlayan altı bebek yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşısında yedi kişi görmeli düşmanın:
Biri pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
Biri pazartesi sabahı işe başlayan,
Biri para düşünmeden bir şey öğreten,
Biri boğularak yüzme öğrenen,
Biri koca bir ormanın tohumu olan,
Biri de yiğit ataların koruduğu bir torun,
Ama onların bu hünerleri de yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Bir kadın mı bulacaksın kendine,
Yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine,
Biri güzel sözlere kanan,
Biri başının çaresine bakan,
Biri kendini hayalci sanan,
Biri eteğinin altından kadını okşayan,
Biri hiçbir numarayı yutmayan,
Biri kadının düşürdüğü mendile basan:
Sinek gibi vızıldasınlar çevresinde,
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Yazmak geliyorsa elinden,
Yedi kişi birden yazmalı şiirini:
Biri mermerden bir köy kuran,
Biri uykusundayken doğan,
Biri göğün haritasını çizen,
Biri adı sözcüklerle anılan,
Biri ruhunu yetkinleştiren,
Biri diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
Yedi kişi için öleceksin,
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
Bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
Bir, boş tabakları fırlatıp atan,
Bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
Bir, yıkılıncaya dek çalışan,
Bir sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak,
Sen kendin yedinci olmaya bak!
Atilla Jozef